* Turan Türkmenoğlu
Sahaflar Çarşısı; 10 Temmuz 1894’teki Büyük İstanbul Depremi’nden sonra, “Hakkâklar Çarşısı” ve civarında yer aramaya başlamışlar. İkinci büyük felâketini, 6 Ocak 1950’deki bir yangın ile yaşamıştır. O zamanlar, bulunduğumuz yerden iki ayrı yol geçiyor: “Hakkâklar Çarşısı” ve “İmâret Sokağı” Aşağıda da “Çorapçılar”, “Tunuslu Fesçiler”, “Hakkâklar”. Hakkâklar Çarşısı’nın, Kapalıçarşı yönündeki derme çatma dükkânlar arasında bir saatçi dükkânı vardı. Dükkân sahibi saatçi İsmail Efendi; o akşam evine gitmeden önce mangaldaki kor ateşini iyice örtmemiş. Gece yarısı sıçrayan kıvılcımlardan dükkânı alev almış, yangın bir anda diğer dükkânlara da sirayet ederek nice basma ve yazma kültür mirasını kül etmiş.
Dönemin Vali ve Belediye Başkanı Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay yangının çıktığı gece yarısı, yangın yerini inceledikten sonra mağdur esnafa buraya modern bir çarşı yapılacağı sözünü vermiş. Yangından zarar gören, görmeyen bütün dükkânlar istimlâk edilerek bölge kamulaştırıldı ve kitapçılık yapan esnaf, geçici olarak Beyazıt Camii’nin büyük avlusuna yerleştirilir. Yeni Sahaflar Çarşısı’nın temeli 11 Eylül 1951’de de atılmıştır.
Yeniden düzenlenen sahaflar çarşısı; 3 Ekim 1952 tarihinde törenle hizmete girdi. Çarşı, 12’si iki katlı olmak üzere 22 dükkân, 1 müzayede salonu, çay ocağı ve tuvalet olarak inşa edilmiştir. “Hakkâklar Çarşısı” ismi 15 Kasım 1952 de, İl Genel Meclisi kararıyla Sahaflar Çarşısı olarak değiştirilmiştir. Bu suretle İstanbul Belediyesi, sahaf esnafını korumuş; dükkânların kiraları da çok düşük tutulmuştur.
1952 yılından 1980’e gelene kadar Sahaflar Çarşısı’ndaki çocuk çıraklar büyümüş, baba mesleğini sürdürmek isteyenlerin sayısı artmıştı. Okul tatillerinde harçlıklarını çıkarmak için gelen gençler ve çarşının çocukları Caminin duvarına küçük sergiler açarken zamanla kalıcı oldular. Yağmurdan ve soğuktan korunmak için derme çatma barakalar yapmışlar, bundan rahatsız olan dükkân sahipleri bu tezgâhları kaldırmayı başaramamışlardı.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra İstanbul Belediyesi Eminönü Şube Müdürlüğü’ne Emekli Albay Sami Erdem atanmıştı. Çok disiplinli biri olduğunu duyuyoruz. Mahiyetindekilerden “Komutanım” denmesini istiyormuş. Kapalıçarşı’yı gece yarısı açtırıp, kıyı-köşe inceletiyormuş. Bu arada yıllardır dükkân olarak kullanılan bir mekânın, Kapalıçarşı’nın kayıp kapısı olduğunu tespit ediyor. Yani sayesinde Kapalıçarşı, kayıp kapısına kavuşuyor.
İcraatlarından birisi de dükkânların dışarıya doğru 50 cm. lik taşmalarının, belirli bir süre içinde sökülmesini tebliğ etmesi oldu. Kuyumcu dükkânlarının gizli bölmelerini tespit edip, yaptığı baskınlarla zirde, yani zemin altında, 2-3 kat; hatta havuzlu odalar buldu. Kapalıçarşı’nın çökme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu da bu arada duymaya başladık.
Bıyıklarını Kes
Bir sabah çarşıya geldiğimde, Bekçi Bayram’ı yolunmuş tavuk gibi görünce beni bir gülme tutmuştu.
― Nedir bu halin?
Diye sorduğumda, Albay Sami Erdem’in, gece yarısı maiyetiyle birlikte, Sahaflar Çarşısı’nı açtırdığını ve kapıyı açan Bekçi Bayram’ın kulaklarına kadar uzanan bıyıklarını görünce:
―Sabah ilk işin, bıyıklarını kesmek olacak!
Dediğini öğreniyorum. Benim bıyıklar gitti ama sizin tezgahların akıbeti meçhul demez mi?
Birkaç gündür değişik saatlerde çarşıya baskınlar yapan Sami Erdem’in etrafı çevriliyor ve barakaların kaldırılmaması hakkında dil dökenler oluyor. Ben de onlardan biriyim. Bir ara arkasına dönerek bana:
―Sen kimsin?
Diye sordu.
Kısaca kendimi takdim edip, üçüncü kuşak bir sahaf olduğumu 1901 yılından beri bu çarşıda olduğumuzu ifade etmeye çalıştım ve kendisine randevu talebimizi arz ettim. Nitekim randevuyu aldık ve görüşmeyi başardık. Sami Başkan’a; 1965 yılından beri ödediğimiz bütün vergi ve işgaliye makbuzlarını ibraz ettik. Ancak, Nuh diyor Nebi demiyor; yıkım kararından geri dönmüyordu. Söylediği gibi de yıkıma Burhan Tezergil’in tezgâhından başlandı. Tezgâh yıkıldı ve duvar da tamamen ortaya çıktı.
Basın Gücünü
Basının gücünü biliyor ve kendimizi de bu camiadan sayıyorduk. Burhan Felek, Doğan Hızlan gibi birçok tanınmış gazeteci bize sahip çıktı. Gazete köşelerinde, yapılan işin yanlışlığını belirterek dünyadaki Sahaflardan örnekler verdiler ve burasının düzenlenerek, yaşatılmasının gerekliliğini yazdılar. Yine de Sami Erdem’de bir yumuşama olmadı. İşportacılar tezgâhlarını arabalara yüklenip götürmeye başladılar. Aynı şeyler bizim de başımıza gelirse, bunca kitabı nasıl kurtaracaktık? Nereye gidecektik? Ancak böyle bir riski de göze alamazdık. Çarşının eski esnafı da, tedirginlikle yavaş yavaş kitaplarını kolilere dolduruyordu, sessiz sedasız hazırlık yapıyorlardı. Nihayet esnafa verilen süre doldu ve:
―Yarın son gün! Dendi.
Cumhurbaşkanı’na telgraf
O gün; İstanbul Belediyesi’nin “Büyükşehir Belediyesi” olmadan önceki son İmar Müdürü olarak görev yapmış olanErol Özbilgen’e hazırlattığımız uzunca bir metni, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e yıldırım telgraf olarak çektik. Telgraf çekildikten sonra, postanede bir telaş bir hareketlilik oldu. Meğer müdür, benim haberim olmadan siz nasıl Cumhurbaşkanı’na telgraf çekersiniz diye memurları fena halde azarlamış. Zira, Cumhurbaşkanı’na telgraf çekilmeden önce, postane müdürünün onayı da alınmalıymış.
Ertesi sabah çarşıya geldiğimizde, Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin önünde, içi tam teçhizatlı askerlerle dolu iki cemse duruyordu. Yıkıma engel olmak istersek müdahale etmek için hazır kuvvet olarak bekleyeceklermiş. Bu arada inzibat subayı, zabıta amirleri ile telaşlı telaşlı bir şeyler konuşuyor, yıkım yapılmayacağını söylüyor.
Neticede telgraf etkisini göstermiş, sabah gelen telsiz emriyle yıkım durdurulmuş. Sami Erdem de, Çarşı’nın yeniden düzenlenmesi hususunda görevlendirilmiş. 18 dükkânın yapılmasına karar verilmişti. Dükkanların açılışına bir kaç gün kala: ‘’ Çocuklar oturun! İki-üç gündür araştırma yapıyorum, Sahaflar Çarşısı gibi bir yere İbrahim Müteferrika’nın büstü yakışır. Atatürk büstü her yerde var ve istismara da çok açık. Şimdi bir heykeltıraş buluyor ve Müteferrika’nın büstünü yaptırıyorsunuz.’’
İbrahim Müteferrika ile ilgili resim, çizim ne varsa bulabildiklerimizi heykeltıraş Erol Kınacı’ya teslim ettik. Acelemiz olduğunu, günü gününe teslim edilmezse zor durumda kalacağımızı ısrarla söyledik. Fiyatta ve teslim tarihinde anlaştık, bir miktar kaparo vererek ayrıldık. Erol Bey, elindeki işleri bırakıp bizim siparişimizi öne almış ve kararlaştırdığımız tarihte de teslim etmişti. Ancak büstü gördüğümüzde kambur bir İbrahim Müteferrika ile karşılaştık, yorum yapmamıza fırsat vermeden, ‘’arkadaşlar sanatçının yorumuna müdahale edemezsiniz!’’ diyerek sözümüzü kesti. Ancak ısrar edersek, sanatçı kaprisi ile, ‘’tamam o halde, büstü vermiyorum, alın kaporanızı!’’ Derse ne yapardık? Çaresiz kabul ettik.
Açılış Günü
8 Temmuz 1983 Pazar günü, açılış hazırlıkları tamamlandı ve en son rötuşlar yapıldı. Konukların oturması için 3 numaralı dükkânın önünden başlayarak 6 numaralı dükkânın önüne kadar 6-7 sıra koltuk dizildi. Ses düzeni kuruldu, kürsü de 8 numaralı dükkânın önüne alındı. Yeni yapılan dükkânlar tek tek gezilerek incelendikten sonra, geleneksel el sanatları sergisi ve sanatçıların çalışmaları izlendi. Rafet Güngör Usta, “cilt” yapımında; Taşkın Savaş, “ebru” yapımında; Uğur Göktaş, “Karagöz tasviri” yapımında; Erman Güven,de “tezhip” ve “minyatür” sanatında ustalıklarını ve hünerlerini sergilediler.Sami Albay da protokoldeki konuklarla tek tek ilgilendi; Fahrettin Kerim Gökay, Mualla Eyüboğlu (Anhegger) , İbrahim Hakkı Konyalı’nın tebrik ve takdirlerini aldı.
Her yıl 8 Temmuz tarihinde Sahaflar günü olarak kutlanması için karar alınmışsa da maalesef sözde kaldı.
10 Temmuz 1894’deki depreme kadar Kapalıçarşı’da geçen süreyi birinci dönemi olarak değerlendirirsek; 6 Ocak 1950’deki Hakkâklar Çarşısı yangını ve yangından sonraki Sahaflar Çarşısı dönemi ile tarihinin üçüncü evresi tamamlanmış oluyordu. Nihayet 12 Eylül’ün ardından çarşının yeniden düzenlenmesi ile de tarihinin dördüncü evresine geçilmiş oldu.
Buraya kadar üçüncü kuşak bir sahaf olarak Sahaflar Çarşısı’nın kısa bir tarihini paylaşmaya çalıştım.
Sahaflara eski kitap neredelerden gelir (di)?
Müzayaka yanisıkıntı, darlık, parasızlık nedeniyle satılan kütüphaneler bir yana, kültür değişiklikleri ve Harf İnkılabı, Sahaflar Çarşısı’nı kitaba boğmuştur diyebiliriz. Daha sonra, imar hareketleri ve istimlâklar da beslemiştir. Nihayet, 1960 yıllarında başlayanyeniden yapılanma…Yap-Sat’çı mütahitlerin, konak ve benzeri büyük yapıları yıkarak yerine mantar gibi diktikleri çok katlı binalar… Tabii ki, bu binaların metre kare olarak küçüklüğü, birçok kitap, dergi ve gazete koleksiyonlarının elden çıkarılması için yeterli sebepti.
Ustalarımızdan duyduğumuz ve de yaşayarak gördüğümüz odur ki her devirde kitabın değişmeyen üç düşmanı vardır: Toz, su ve kadın… Bunlar olmasa, eski kitaplara ulaşmak belki de daha zor olacaktı.
Kitabı Angarya Görenler
Acı ve hüzün verici bir gerçektir… Sahibinin vefatından sonra, varislerinin gözden ve elden çıkardığı ilk miras çoğunlukla kitap olmuştur. Nakl-i mekân sırasında, yani ev taşırken yeni eve götürmeye değer bulunmayan kitaplar, genellikle ev sahibesi tarafından tayin edilirdi.
Bu yüzden kitap, en kolay hanımlardan alınırdı. Zira, kendilerine rakibe gibi görmenin yanında, birde onun temizliği, tozu-böceği ile tam bir angaryadır hayatlarında. Yıllardır, kocası ondan kısmış ve kitaba para yatırmıştır. Öyle kızgın olanları vardır ki, ilk fırsatta kapıcıya al bunları, ne yaparsan yap veya kapıdan geçen eskiciye haber ver de, şunları alsın! Derlerdi. Bir hanımefendinin “ bir zamanlar kitaplar rakibemdi, şimdi kocamın rakibioldular” demesi çok hoşuma gitmişti.
Sahaflar Çarşısı’na gelen kütüphaneler arasındaen önemlilerinden biri babamın1956 yılında satın aldığı Atatürk’ün eniştesi Mustafa Mecdi Bey’in Arapça, Fransızca, Almanca, Rumca, Osmanlıca ve Yeni Türkçe kitaplardan oluşan kütüphanesidir ki,M.Seyfettin Özege’nin Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne bağışladığı kitapların temelini, teşkil etmiştir.
Özel Raflar
Her sahaf dükkânında özel müşterileri için ayrılmış birkaç rafı bulunur.Kumbaraya para atar gibi o özel müşterilere kitap ayrılır.Babamın da ayırdığı böyle birkaç raf vardı.En geniş raf, Atatürk’le ilgili kitaplar içindi. Özellikle 10 Kasım 1938 günü yayınlanmışgazete, dergi ve broşürler için ayrı bölüm vardı.
Yanındaki raf, tiyatro ve şiir kitaplarına ayrılmıştı. Bunları öncelikle Halit Fahri (Ozansoy) Bey görecek, ondan sonra da bestekâr ve yapımcı Suat Sayın. Seyfettin Bey’in rafındaki kitaplara ondan önce kimse bakamazdı.Arif Nihat Asya ve Enver Behnan Şapolyo da, geldikleri zaman bu raflardan mutlaka bir şeyler bulurlardı. Sahafı en mutlu kılan hadise bu ayrılan kitaplarla ortaya çıkacak olan eserde isminin anılmasıdır. Buna örnek vermek gerekirse:
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sosyal Bilimler Dalında Sedat Simavi ödülüne layık görülen “Bir Mahallenin Doğumu ve Ölümü: Osmanlı İstanbul’unda Kasap İlyas Mahallesi (1494-2008)” isimli eserde Cem Behar, sahafı mutlu eden kadirşinaslığını kitabını önsözünde şöyle dile getirmişti:
“ …Bu kitap varlığını bir tesadüfe borçlu. Sık sık da olur böyle şeyler… Kasap İlyas Mahallesi’yle ilk kez 1988 yılında, Geç Osmanlı Dönemi İstanbul’unda evlilik, doğurganlık ve aile konularında araştırma yaptığım sıralarda karşılaştım. Mahalle ilk önce birkaç defterle bir tomar evrak-ı perişan kılığında karşıma çıktı. Bu belgeler Beyazıt’ta Sahaflar Çarşısı’ ndaki bir dükkanın raflarında herhalde epey bir süredir beklemekteydi. Sahaf Turan Türkmenoğlu bu mürekkebi solmuş, bazen de zorlukla seçilen yazılarla dolu sararmış kâğıt destesinin o sırada yapmakta olduğum araştırmalarla çok yakından ilgili olduğuna beni ikna etmeyi nasılsa başardı.”
Son bir örnek de “MAKBULE Atatürk’ün kızkardeşi Makbule Atadan’ın hayatı, mektupları ve yayınlanmamış hatıraları”[3] isimli eserin sahibiGazeteci/Tarihçi Murat Bardakçı’dan gelsin: “… Makbule Hanım’ın hatıralarının mevcudiyetinden beni dede ve baba mesleğini devam ettiren, yani üçüncü nesil sahhaf olan dostum Turan Türkmenoğlu haberdar etti. Bir sohbetimizde “Enver Behnan Şapolyo’nun evrakı bana gelmişti. Atatürk Araştırma Merkezi 2011’de benden satın aldı, evrakın arasında Makbule Hanım’ın hatıraları da vardı” …. Evrakın ortaya çıkmasını temin eden Turan Türkmenoğlu’na teşekkür borçluyum.Biz de hatırlayanlara teşekkür ederiz.
Bibliyomanlar ve Bibliyomani
Kitap ve kütüphane sahibi olmak her aydının arzusu, hayali ve de ihtiyacıdır.Ancak bazıları onları öyle bir ihtirasla toplayıp sahip olmak isterler ki, tanıyanları, onları kitap gardiyanı diye anarlar. Ellerinden gelse kendisinden başkasındakileri imha bile ederler.Bu kimseler pek de kitap okumazlar, ama bende var diyebilmek onları mutlu eder.Bunlara genel olarak “bibliyoman” diyoruz, bu tutku kontrol edilmezse ileri safhası “bibliyomani“dir ki tedavi gerektirebilir.
Bu bibliyomanların türlü türlüsü vardır:Saray ciltli olsun da içeriyi ne olursa olsun!Diyenlerden başka:Bir siyah bir bordo meşin cildli olsun, rafıma da sığsın, fiyatı önemli değil!Diyenler de az değildi. İmzalı kitap toplamak da başka bir hırs ve tutkudur.Kimisi aldığı kitabın son sayfasına kurşun kalemle kimden, ne zaman ve kaça aldığını yazdıktan başka kendisinden sonra sahibi olacak kişiye de malumat bırakır.Tabiri caizse bazıları da kitap oburudur, okumuş olmak için ne bulursa okur. Hatta bunların evine günde ikiden fazla gazete, haftada en az iki dergi girer. Okumaya o kadar düşkündürler ki küçük ilanları cenaze haberlerini bile atlamazlar.
Kimisi vardır ki, hayatında mektup bile yazmamış olmasına rağmen yaka cebinde en pahalısından birkaç dolmakalem ve koltuğunun altında güzel ciltli bir kitapla dolaşmak ve ilgi çekmekten hoşlanır.Bunlar yeni aldıkları ya da ciltlettikleri kitabı teşhir etmeyi ve üzerine konuşmayı pek severler. Kitaplarını görmeniz için evlerine davet bile ederler.Sahafı ve gerçek okuru üzen ve rahatsız eden şeylerin başında ise satırların çizilmesidir. İleri gidip mavi ve kırmızı kalem kullananlar da olur ki:Bu kitabı satır satır, altını çize çize okudum, işte ben böyle bir okurum!Mesajını vermek ister gibidirler.Ve bir kısım okuyucu da vardır ki onlar tam bir hafiyedir. Sayfa kenarlarına veya diplerine kendince haşiye ilave eder, bilgi ve dizgi hatalarını katiyen af etmezler, hemen derkenar not düşerek “eşşşek”, “çüüşşşşş” gibi ifadeler kullanırlar.
Sahaflar sadece kitap ticareti yapmazlar, sahaf dükkanı bilginlerin buluşup konuştukları mekanlardır. Öğrenciler de onları pür dikkat dinleyerek yeni şeyler öğrenirken yeni yeni simalarla tanışırlar. İlim erbabının, gelenekden beslenmiş bir sahaftan kitap alması zordur zira talibinin o kitabı iyi muhafaza edebileceğinden rafta saklamak için değil de istifade edilmek için alındığına kanaat getirmelidir. Kolaydır; pazarlıkta fazla zorlanmaz ödemelerde kolaylık tanırlar.“Ya Rabbi! Sahaf-ı bi-insafa insâf ve merhamet ver!” sözünü işitirseniz pek itibar etmeyiniz, onlar insaf ve merhamet sahibidirler. Hemen hepsi de, ellerinden gelen kolaylığı gösteren,gönlü zengin insanlardı (r).
Sahne tozu sanatçılar için ne ise suhuf yani sayfaların tozu da bir sahaf için öyledir ve ölümü dükkında beklerler.
* Sahaf- Yazar