Disiplin ve Devlet
Zaman zaman yazılarımızda kainattaki genel düzen, uyum ve ahenkten bahsediyoruz. Hatta atom altı parçacıklardan evrenlere kadar çok ince hesapların olduğunu ve bu hesaplarda en küçük sapmaların kainat ölçeğinde felaketlere yol...
Yûnus Emre, 13. yüzyılda Azerbaycan, Anadolu Rumeli sahasında Oğuz Türklerinin konuşup yazdığı yazı dilinin en önemli temsilcisidir. Türkiye Türkçesinin tarihî devresinin ilk safhasını teşkil eden ve “Eski Anadolu Türkçesi” adı verilen bu şivenin oluşumunda Yûnus Emre önemli bir rol oynamıştır. Yûnus’un kullandığı kelime ve ifade kalıpları, mecâzlar ve kavramlar, Türkçenin edebîleşmesi yolunda gerçek bir dönüm […]
Yûnus Emre, 13. yüzyılda Azerbaycan, Anadolu Rumeli sahasında Oğuz Türklerinin konuşup yazdığı yazı dilinin en önemli temsilcisidir. Türkiye Türkçesinin tarihî devresinin ilk safhasını teşkil eden ve “Eski Anadolu Türkçesi” adı verilen bu şivenin oluşumunda Yûnus Emre önemli bir rol oynamıştır. Yûnus’un kullandığı kelime ve ifade kalıpları, mecâzlar ve kavramlar, Türkçenin edebîleşmesi yolunda gerçek bir dönüm noktasıdır. Esasen Yûnus’un eserlerinde görülen dilin kuralları, Sultân Veled’in, Gülşehrî’nin, Ahmed Fakîh, Saîd Emre ve Âşık Paşa gibi, o devir şâirlerinin eserlerinde de bulunmaktadır. Fakat Yûnus’un dili, kendine has bir renk, üslûp ve estetik taşımaktadır.
Anadolu Selçuklu Devleti zamanında dinî ve ilmî araştırmalarda Arapça, edebî eserlerde de Farsça kullanılıyordu.
İşte Yûnus Emre ve devrinin diğer Türkçe yazan şâirleri, sessiz sedâsız önemli bir inkılâp gerçekleştirmişler; Türkçeye dönüş yapmışlardı.
Günümüze gelmemekle beraber, Yûnus’un yaşadığı çağda zengin bir sözlü edebiyatın var olduğu söylenebilir. Daha 12. yüzyılın başından itibaren yazılı bir edebiyatın doğmaya başladığı da bilinmektedir. Yûnus Emre ve çağdaşları, Anadolu’da yeni bir edebî dil meydana getirirken, halk diline, sözlü ve yazılı edebiyata dayanmışlardır.
Yûnus Emre’den az önce yaşayan bir kaç şâir Batı Türkçesiyle şiir yazmıştı. Bunların içinde Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin bilinen bir kaç şiiri ve mülemmâsı bulunmaktadır. Mevlânâ’dan sonra oğlu Sultân Veled ana dili Türkçe ile babasından daha çok sayıda şiir yazmıştır. Diğer taraftan Yûnus Emre’den biraz önce veya sonra yaşayan Ahmed Fakîh, Şeyyâd Hamza ve Dehhânî gibi şâirlerin Anadolu Türkçesiyle az çok eserler kaleme aldıklarını biliyoruz. Bütün bunların içinde Yûnus’un Türkçesi müstesna bir yere sahiptir.
Yûnus’un asıl dehası Türkçe’yi bir sanatçı duyarlılığıyla kullanmasında, konuşma diline yeni anlamlar yüklemesinde ve yeni İslâm edebiyatında var olan kavramlara yepyeni karşılıklar bulmasında aranmalıdır. O, Türkçede aşk ve mânâ dilimizin kurucusudur. Türkçemiz Yûnus’un kalemiyle incelmiş, edebîleşmiş ve yeniden hayat bulmuştur. Bu dil, İslâm dairesi bünyesinde gelişen Türk medeniyetinin o devirde taşıdığı bütün zenginliği içine alan ve aksettiren bir özellik arz eder.
Yûnus’un kullandığı dil sadedir. Basit değil! Bununla birlikte o, devrinin Türkçesinde var olan ve halk tarafından da anlaşılan Arapça ve Farsça kelimeleri de kullanmıştır. Zira bu devirde Türkler, çoktan İslâm medeniyeti dairesine girmiş; Kur’ân, sünnet ve bunlara bağlı olarak gelişen İslâm tasavvufuna uygun olarak yaşamaya ve düşünmeye başlamışlardı. Dolayısıyla halk, bu kültürün dilini de hazmetmiştir. Bu sebeple Yûnus’un dili, halkın yabancı olduğu bir dil değil aksine âşinâsı olduğu bir dildir. Bu yüzden şöhreti geniş bir muhite yayılmıştır. Onun şiirlerinde halk söyleyiş ve deyimleri, Türkçe söyleyişe uyarlanan Farsça ve Arapça kelimeler, devrin kültürünü yansıtan, bilhassa din, tasavvuf, toplum, insan, maddî kültür, kozmik âlem ve devrin insan tipleriyle, sosyal ve siyasî düzenini dile getiren ifade ve unsurlar çok miktarda bulunmaktadır.
Şiirlerde dikkat çeken bir başka özellik de artık bugün unutulmuş pek çok arkaik kelimenin kullanılmış olmasıdır: “Arkuru, ög, ötmek, üzmek, ayruk, bezek, kezek, diñici (merakla kulak veren), ton, genez, karımak, uçmak, pusarık, tanmak, şeşmek, sağınmak, sınık, kiçi, esenlemek, tükeli, bayık, iye, sünük, sösmek, utlu, yazu, yazuk” gibi kelimeler, Yûnus’taki eskicil ögeleri (arkaizmi) göstermektedir.
Onun asıl farkı Türkçeye getirdiği değişik ses ve kelimelere yüklediği kendine özgü mânâlardadır. O, dilin sâdeliğine derin mânâlar yüklemesini bilmiştir. Şiirlerini konuşur gibi söyleyip yazmıştır. İlâhîlerin asırlarca dilden dile yaşayarak günümüze gelmesinin gerçek sebebi budur.
Yûnus’un şiiri bahsinde söylenebilecek önemli hususlardan birisi de, onun ifadelerinin genellikle âyet veya hadîs meâllerinden alıntı olmasıdır. Şair bu eserlerde âdeta Kur’ân ve hadislerde ortaya konulan ilâhî sevgi ve bilgiyle ilgili gerçekleri kendi diliyle özetlemiş ve billûrlaştırmıştır. Ayrıca dil, üslûp ve manevî konuları anlatırken kullandığı somut benzetmeleriyle Yûnus, kendinden sonra gelişen halk ve dîvân şiirini hazırlayan kişi olmuştur.
Türkçe sonuçta Yûnus Emre’nin kalemiyle bir sevgi ve bilgi dili haline gelmiştir. Yûnus, bütün edebiyat tarihimiz içinde Türkçe’nin edebî bir dil hâline gelmesinde en önemli merhalelerden birisidir. Onun dili, İslâm dairesi içinde gelişen Türk kültürünün bütün derinliklerini aksettirmektedir.
Yûnus’un kültür tarihi açısından büyüklüğü dilinde, evrenselliği ise dilindeki mânâda gizlidir. O yaşadığı ilâhî hakikatleri halkın günlük konuşma diliyle ifade ettiği için bu kadar sevilmiştir.
Yûnus Emre bir Türk-İslâm mutasavvıfıdır. Yukarıda bir şekilde söylendiği gibi onu, elinde sâzı ve dilinde doğaçlama şiir söyleme kabiliyeti olan gezgin bir ozan kabul etmek doğru değildir. Yûnus, dinî-tasavvufî Türk edebiyatı sahasında kendine hâs bir tarzın temsilcisi olan mektep bir şâirdir. Daha 12. asırda Türkistan’da Ahmed Yesevî ile başlayan ve adına “Hikmet” denilen tasavvufî şiir geleneğimiz, Yûnus’ta, “ilâhî” adıyla ve daha âşikâne bir edâ, şekil ve içerikle ortaya çıkmıştır. Fakat bu tâkip bir taklit değildir. Yûnus hikmet geleneğini kendi kabiliyetiyle yoğurmuş olması sebebiyle mektep bir şâir olarak tanınmıştır.
Kendisinden sonra izlenip takip edilen, klâsik ve halk şâirlerimizce üstâd kabul edilen bu zirve şâir, ilâhîlerinde bütün samimiyeti, heyecanı ve aşkıyla derinlikli bir üslûba ulaşmıştır. Bu özelliklerinden dolayıdır ki o görünüşte kolay, ancak, söyleyişte hiç de kolay olmayan sehl-i mümtenî şiirler ortaya koymuştur.
Gönlünde dalgalanan Tanrı sevgisini satırlara geçiren Yûnus Emre, şiirine ilâhî bir rûh ve ahenk vermiş, onları adeta söylerken bestelemiştir. Bu sebeple ilâhîler birer lirizm şâheseridir.
İslâm’ın ve manevî sırların mahiyetini derinden kavrayan ve yaşayan mutasavvıfımız, eserinde Kur’ân’ın esaslarından hareketle, bütün insanlığı, aşka, kardeşliğe, merhamet ve şefkate davet etmektedir. Bütün bunlar evrensel birer mesaj olup Cenâb-ı Hakk’a ulaşmanın şartlarındandır. Yûnus’un düşünce dünyasını tam anlamadan, onu, dinî veya felsefî mânâda panteist, mistik veya hümanist kabûl etmek doğru değildir. Her şeyden evvel onun tasavvuf anlayışı, Kur’ân-ı Kerîm’e, Hazret-i Peygamber’in sünnetine, kendisinden önce yaşayan İslâm mutasavvıflarının düşüncelerine dayanır. Gerçekte Yûnus’un sevgisi, “insanı sevme” noktasıyla sınırlı değildir. O varlığı “dağlar ile taşlar ile, seherdeki kuşlar ile, gökyüzünde İsâ ile, Tûr dağında Mûsâ ile” kucaklar. Buradan Muhammedî aşka ve Allah sevgisine uzanır. Dolayısıyla Yûnus Emre’nin sevgi anlayışında, hümanistler gibi insanı putlaştıran bir düşünce değil beşerî benliği ilâhî benlikte yok eden bir anlayış hâkimdir. Aşkın aslı Cenâb-ı Hakk’ın varlığına ait olduğuna göre “Her türlü sevgi insan içindir.” diyen hümanistler, sevgiyi sınırlandırdıkları için Yûnus’tan farklı düşünürler. Zira Kur’ân’daki Allah, âlemleri kaplamış bir nûrdur. İnsan ise bu nûrun bir zuhûrudur. Yûnus bunu “Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelir.” şeklinde anlatır. Bu sebepledir ki hümanist felsefedeki sevgi anlayışı dar bir anlayıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Müminler kardeştirler. Hucurat/10” buyurulmuştur. Hazret-i Muhammet ise: “Ey Allah’ın kulları, hepiniz kardeş olun.” yine, “Kendisi için sevdiği şeyi kardeşi için de sevmeyen kâmil insan olamaz.” ve yine, “Birbirinize kin tutmayınız, birbirinizi kıskanmayınız, birbirinize sırt çevirip ilgisiz davranmayınız.” demiştir. İslâmiyet’te insanın değeri çok büyüktür. Yûnus Emre de, İslâm’ın varlık ve insan anlayışını anlatmıştır. Onun büyüklüğü, bunları ifade edişindeki üslûbun gücünden ileri gelmektedir.
“Severim ben seni cândan içeri”, “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım” veya “Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz” diyen Yûnus’un, Allah sevgisinden, vücût birliğinden, varlıkların bir tek nûrdan yaratılması düşüncesinden hareketle ortaya koyduğu kardeşlik anlayışı esasen gönül kabı geniş olan kişiler tarafından kavranabilecek yüksek bir düşünce ürünüdür. Onun sevgi anlayışı insanla sınırlı değildir. “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” dizesinde ifade edildiği üzere bu sevgi derece derece zerreden küreye, karıncadan deveye bütün varlıkları kaplayan ilâhî bir sevgi fikrine dönüşür.
Yûnus, çevresinden, doğadan, insanî değerlerden bazı misâller getirmekle beraber, maddî unsurları gâye olarak ele almamıştır. Onun için varlığın özü önemlidir ve onun gâyesi ilâhîdir. Her şeyin özünde var olan mutlak varlık olunca, varlıklara ve insana verilen değer de Allah için olmaktadır.
Yûnus Emre’nin şiirlerinde târif ettiği “model insan” Hazret-i Peygamber’in şahsında billûrlaşan “insan-ı kâmil”dir. Bu insan, yaradılış gayesi olan ilâhî ahlâka ulaşmış, meleklerden daha üstün özelliklerle donanmıştır.
Yûnus’a göre ahlâk, insanî olmayan davranışları terk edip ilâhî yaradılışa (fıtrat-ı asliye) yönelmektir. Ahlâkî olmayan davranışlar, Yûnus’un sözlüğüne “yaramaz” kelimesiyle girer. Yaramaz (kötü) sıfatı, eğitimden geçmeyen hayvanî nefse aittir. Varlık ve benlik çamuruna bulaşmış insan hayvanî davranışlar sergiler. Yaramaz (kötü) davranışların “yararlı” davranışlara dönüştürülmesi, insan-ı kâmil olmanın esâsıdır. Kâmil insan, aşk ile Allah’a ulaşmış, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmıştır. Yûnus’un tanımını yaptığı ikinci bir tip de, iyi ile kötü, güzel ile çirkin gibi ikilikler içinde bocalayan sûfî veya âşık tipidir. Böyle bir kişinin davranışları dramatiktir. Yûnus Emre’nin hedefinde, bu tip insanların eğitimi vardır. İnsan-ı kâmilin üstün insanî özelliklerini sayarak bu insanın yetişmesini arzulayan Yûnus, dramatik davranışlar sergileyen, imanla inkâr arasında bocalayan insânı aşka, ilâhî yokluğa (fenâfillaha) ve tevhide çeker. Bunun için tâkip edilecek yol bellidir: Benliğini terk edip Tapduk gibi bir gönül erinin izine basarak ve onun manevî şahsında temsil ettiği Muhammedî aşk ve bilginin rengine boyanıp Allah’ta yok olmak…
Mânâ yolu emmâre (kötülüğü emreden) nefsine mağlup insanlara kapalıdır. Yûnus bu kişiler için “Bir zerre aşkı olmayan belli bilin yabandadır”, “Aşkı olmayan gönül misâl-i taşa benzer” ve yine “Bu hayâle aldanan otlar davara benzer.” der.
Yûnus, tevhit ehli bir mutasavvıftır. Varlığın birliğini (vahdet-i vücûdu) iç âleminde idrâk etmiştir. O’na göre vücût (varlık) tektir ve o da Hakk’a aittir. Eşya, Hakk’ın isim, fiil ve sıfatlarının tecellîsidir. Her şey Hakk’a doğru sefer eden birer gölge yahut göle düşen yağmur danelerinin kabarcıkları gibi ilâhî bir tecellîden ibarettir. Gölgenin yahut su kabarcıklarının aslı yoktur. Sonuçta gölge kaybolacak, su kabarcığı da suda yok olacak ve hakikat kalacaktır. Eşyanın kendisine ait, bu benimdir diyebileceği müstakil bir vücûdu yoktur. Varlıklara bağımsız vücûdu varmış zannıyla yaklaşmak şirktir. Bunu yaşayan ve bilen Yûnus, “Benden benliğim gitti hep mülkümü dost tuttu” der. Ledün ilmi, insanın benliğinden soyunmasıyla başlar. İnsanı insan yapan öz, yaratılışındaki aşk cevheridir. Aşk, var olmanın sebebidir. Yaratılmışların kolu, kanadı ve vâsıtasıdır. Oldurucu ve erdirici bir güçtür. Kulun eksiklerini tamamlayan, onu Hakk’a lâyık kılan bir cevherdir. Bunun içindir ki Yûnus: “Aşk gelince, cümle eksikler biter.” der.
Yûnus Emre, “bir lokma bir hırka” diyen bir mutasavvıf değildir. Aslında bu görüş İslâm tasavvufunun yapısına da uygun değildir. Nitekim odun kesiyorsan, dikmesini, yiyip içiyorsan ekmeyi de bileceksin. Bu yolun ilk ve değişmez önderi olan Hazret-i Muhammed, daima hayatın içinde olmuş, manevî terbiyesi sırasında geçici bir süre inzivâ hayatı yaşamıştır. Hiç şüphesiz Yûnus da böyle yaşamıştır. O, Doğulu ve Batılı mistikler gibi insanlardan ve sosyal hayattan kaçan, üretime ve insanî hiçbir değere katkıda bulunmayan bir ruhban hayatından çok “El kârda dil yârda/El işte gönül Allah’ta” özdeyişi ile açıklanabilecek Hazret-i Peygamber’i esas alan bir tasavvuf anlayışını benimsemiştir. Bir başka söyleyişle Yûnus, çoklukta birlik (kesrette vahdet) bilinci içinde yaşamış bir erendir. “Çalış, kazan, ye, yedir; bir gönül ele getir.” diyen bir sûfî için başka bir görüş ileri sürmek doğru değildir. Türk halkının dili, fikri ve vicdânı olan Yûnus Emre’nin san‘atını değerlendirirken, onun Kur’ân’a ve sünnete bağlı bir İslâm velîsi olduğunu gözardı etmemek gerekir. Onun şahsiyetini yoğuran en önemli unsur, Kur’ân’a, sünnete, ilâhî aşk ve irfâna dayanan hakikat bilgisidir. Bu özelliği esas olmak kaydıyla, Yûnus’un dili, tefekkürü, değerleri ve idealize ettiği insan ve toplum anlayışı millîdir.
Yûnus Emre’nin san‘atı, hâli ve düşüncesiyle paraleldir. O, manevî tecrübelerini kelimelere döküp şiirini inşâ ederken bir yandan da bestesini yapar. Hemen hemen bütün şiirlerinde akıcı, ahenkli bir üslûp ile yüksek bir estetik seviyeye ulaşır. Onun fikirleri şiirin sınırlı yapısı içinde kaybolup gitmez. Esasen ilk edebiyat tarihçi ve tenkitçileri diyebileceğimiz tezkireciler de bizim gibi düşünmektedir. Lâmiî Çelebi, onun şiirini anlatırken; “Yûnus’un şiiri baştan başa tevhit sırlarıyla dolu remizlerdir.” der. Âşık Çelebi’ye göre Yûnus, irfân mektebinde okuyan bir ârif; sözü hâle dönüştüren bir Allah dostu ve sırrı sır edenlerin sözcüsü olan bir dil virtüözüdür.” Bahrü’l Velâye adlı eserin yazarı Köstendilli Şeyhî Süleymân Efendi’nin (ö. 1820) kanâati de farklı değildir. Şeyhî’ye göre Yûnus, “Türkçe ibârelerle gazel ve ilâhî tarzında pek çok tasavvufî sırrı açıklamıştır.” Bursalı Mehmet Tahir’e göre “Yûnus’un ârifâne ilâhîleri sâde ve âmiyâne (basit) olmakla beraber, pek çok ârife göre tasavvuf ilminin inceliklerini ihtivâ etmektedir.”
Yûnus’un kültür dünyamızdaki yeri sadece kendisine has “Türkçe” bir sûfî dili kurmasıyla sınırlı değildir. Onun dîvânında âyet ve hadislerden, klâsik dönem mutasavvıflarından ve halk kahramanlarından pek çok alıntılar vardır. Bu şiirlerde toplumsal olayların ve mahallî hayatın izlerini canlı olarak görmek mümkündür. Türklerin İslâm medeniyeti dairesine girmesiyle birlikte yaşamaya başladığı kültür değişmelerinin de canlı bir şâhidi olan Yûnus, şiirlerinde özellikle benzetmelere başvurduğu yerlerde bu değişmelerle ilgili önemli ipuçları vermektedir. Özlü bir ifadeyle söyleyecek olursak, Yûnus’un eserindeki Türk toplumu, akıncı bir medeniyetten ekinci bir medeniyete geçişin özelliklerini yaşayan bir toplumdur.
Yûnus’un şiirinde dikkatimizi çeken bir başka özellik de tasavvuf yolunu öğretici (irşâdî) unsurlarla âşıkâne unsurların dengesidir. Bu yönüyle onun şiiri Hazret-i Mevlânâ’nın şiirine benzer. Şiirlerindeki öğreticilik, insana bıkkınlık verecek derecede değildir. Çünkü bin bir aşk hâliyle hallenen Yûnus, şiirinde o hâlin rengine bürünmektedir. Bu sebeple denilebilir ki, ilâhîlerinde tefekkür ve manevî tecrübeyle elde ettiği bilgi, “yakîn”in getirdiği hayretin ve aşkın potasında erimiş gitmiştir. Yûnus ilâhîlerinde insandaki değişmeyen özellik ve güzellikleri yakaladığı; sevgi, bilgi ahlâk, mutlak hakikat, varlık, varoluş ve insan gibi bütün zaman ve mekânlarda tartışılan evrensel kavramlarla ilgili orijinal görüşler geliştirdiği için de ölümsüz bir klâsik kabul edilmelidir. Sonuçta o, eserlerinde hayatın kendisini anlatmaktadır.
Bu büyük şâir, Türkçede ilk kez klâsik sûfî kavramlarıyla ilgili kendisine özgü bir sözlük geliştirmiş ve bunları şiirinde kullanmıştır. Anadolu’da, Adalarda ve Balkanlarda Yûnus’tan sonra yaşayan pek çok mutasavvıf artık Yûnus’un öncülüğünü yaptığı bu dilin izini sürecektir.
“Yûnus Okulu”nu daha iyi anlamak ve şâirimizin asırlardan beri süregelen etkisini göstermek bakımından burada değişik zamanlarda ve farklı mekânlarda yaşayan “Yûnus dilinden konuşan” bazı mutasavvıf şâirlerden de bahsetmek yerinde olacaktır. Bütün bu şâirler bir Yûnus okulunun varlığını açıkça ortaya koyacak niteliktedir. Yûnus bir yerde şöyle der:
Cümle şâir dost bahçesi bülbülü
Yûnus Emre arada dürrâclana
(Yûnus kendisini her ne kadar -aralıklarla ve kesik kesik öten fakat sesi çok uzaklardan duyulan- “turaç kuşu”na benzetse de bu onun alçakgönüllü oluşundandır). Gerçekten de o dost bahçesinin aşk terennüm eden bir bülbülüdür. Sonra gelenler bu aşk bülbülünün sesini taklit etmişlerdir. Meselâ pek çok şiiri Yûnus’a nazire olan 17. asır mutasavvıflarından Niyâzî-i Mısrî’nin:
Niyâzî’nin ağzından Yûnus durur söyleyen
Herkese çün cân gerek Yûnus durur cân bana
(Niyâzî’nin ağzından konuşan Yûnus’tur. Herkese hayat kaynağı olan bir yol gösterici gereklidir. Benim hayat ve ilhâm kaynağım da Yûnus’tur.) dediğine bakılacak olursa, Anadolu ve Rumeli coğrafyasında oluşan tasavvuf edebiyatı gerçekte Yûnus Emre’den ibarettir. Yûnus’un anlaşılması demek Türkçe’nin, Türk dilinin ve bir bütün olarak İslâm tasavvufunun anlaşılması demek olacaktır. Bütün bu ifadelerin kanıtı Yûnus takipçilerinin dîvânlarında mevcuttur. Nitekim 16. asır erenlerinden Elmalılı Vâhib Ümmî’nin:
Biz Yûnus’un sebakın evliyâdan okuduk
Gizli değil belliyiz şimdi zamân içinde
(Biz Yûnus’un ilâhîlerinde dile getirdiği gerçek bilgiyi Tanrı dostu kişilerden okuduk. Bu bilgileri zaman içinde hazmedip açığa çıkardık.) beytinde söz ettiği “Yûnus’un sebakı” yani Yûnus’un dersi, dîvânında ortaya koyduğu düşüncelerdir.
İlâhîlerinin hangi gönüllerde karşılık bulacağını daha bunları söylerken tahmin eden Yûnus, şâirliğini isbât etmek gibi bir düşünce içinde değildi. O, eşyânın yani varlığın hakikatini bilmek istiyordu ve bunun için yollara düşmüştü. Eser değildi aradığı, eserin sahibiydi. Tanrı sırrının peşindeydi. Sonunda sabırla aradığını buldu, “Hak’dan gelen şerbeti içti.” Yol tecrübelerini anlattı. Muhammedî sırra ulaşmak isteyenlere “Yûnus’un sözü şiirden, ammâ aslıdır kitâbdan” diyerek hakikatin kaynağını gösterdi. Kaynak, “Ümmü’l-kitâb” idi. Ümmü’l-kitâb yani “Özü Hakk’ın zatında gizli olan ana kitap. (Ra‘d/39.” okunmalıydı. Yûnus bu ana kitabı okudu. Okuduğunu ana diliyle aktardı. Örtüyü kaldırdı. Bizi, annemizin öğrettiği dil ile “ana dilimiz Türkçe” ile gerçeğe davet etti. Henüz emekleme dönemini yaşayan, sokakta ve evde konuşulan basit bir dili alıp mânâ dili haline getirmiş büyük bir kabiliyet idi. Bu sebeple hemen anlaşılmadı fakat, “devr ü zamân içinde” konuşulacağını, anlaşılacağını ve yorumlanacağını söylüyordu:
Yûnus senin sözlerin mânâdır bilenlere
Söyleyeler sözünü devr ü zamân içinde
Nitekim Yûnus’un sesi yankı bulmuş ve kendisinden sonra sayısız Allah dostu şâir, onun gözü ve dili olmuş, onun üslûbuyla binlerce ilâhî kaleme almışlardı. Bugün bu şahısların ve ortaya koydukları eserlerin tam bir listesini çıkarmak bile mümkün değildir. Yûnus’un izine basarak yürüyen Hacı Bayram-ı Velî (1430), Kaygusuz Abdâl (ö. 1444?), Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469), Seyyid Nesîmî (?-1404), Seyyid Nizâmoğlu Seyfullah Halvetî (ö. 1601), Vâhib Ümmî (1596), Eroğlu Nûri (ö. 1605), Sinân Ümmî (ö. 1657), Niyâzî-i Mısrî (ö. 1694), Azîz Mahmûd Hüdâyî (ö. 1628), Nasûhî-i Üsküdarî (1717), Ünsî Hasan Efendi (ö. 1721), İbrahim Has (ö. 1762), Erzurumlu İbrâhîm Hakkı (ö. 1772), Ahmed Kuddûsî (ö. 1848), Mehmed Ali Hilmi Dede Baba (ö. 1907), Şevket Turgut Çulpan (ö. 1990), Hüseyin Vassâf (ö. 1929), Osman Kemâlî (ö. 1954) gibi gönül, kalem ve kelâm sultanları bunların sadece birkaçıdır.
*
Sözün özü Yûnus Emre ilâhîleriyle cân evimizde imân meşâlesini ateşleyip gitmiş, adını sonsuza mühürlemiş bir erendir. Biz onun sözleriyle dünyaya davâ için değil mânâ için geldiğimizi fark ettik. İnsan olmanın, gönül yapmanın, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmanın, Muhammedî ahlâkın, ne demek olduğunu öğrendik. Biz onun sözleriyle sevgi ve bilgi kanatlarıyla aslımıza nasıl döneceğimizi anladık.
Yûnus Emre…
Dün olduğu gibi bugün de ilâhîleriyle ölü gönüllerimize nefes olmaya, gönüller yapmaya devam etmektedir.
Bir yanıt yazın
Yorumlar (0)