Yûnus’ta Kendini, Kendinde Yûnus’u Bulmanın Sırları

“Yûnus İslâm’ın derinliği, Türkçe’nin inceliğidir” Âşık Yûnus “Ya ben öleyim mi söylemeyince” der. Evvela şunu belirteyim: “Behey Yûnus sana söyleme derler / Ya ben öleyim mi söylemeyince” şeklindeki bu mısralar ‘Bizim Yûnus’u takip eden 14 ve 15’inci asırlarda Bursa’da yaşamış olan Âşık Yûnus’a aittir. Fakat ‘Bizim Yûnus’ da aynı kanâattedir. O da bir Hak âşıkı […]

A+
A-

“Yûnus İslâm’ın derinliği, Türkçe’nin inceliğidir”

Âşık Yûnus “Ya ben öleyim mi söylemeyince” der. Evvela şunu belirteyim: “Behey Yûnus sana söyleme derler / Ya ben öleyim mi söylemeyince” şeklindeki bu mısralar ‘Bizim Yûnus’u takip eden 14 ve 15’inci asırlarda Bursa’da yaşamış olan Âşık Yûnus’a aittir. Fakat ‘Bizim Yûnus’ da aynı kanâattedir. O da bir Hak âşıkı olarak söylemek zorunda kalanlardandır. Ne çare ki, aşk söyletir, dert ağlatır demişlerdir. 

Bizim Yûnus da: “Sözüm ay gün içün değil sevenlere bir söz yeter / Sevdiğim söylemez isem sevmek derdi beni boğar” der. Gerçek budur. Eskilerin tecessüs dediği kendini bilme ve kendini gerçekleştirme arzusu insanın bilenlerin peşinden gitmesine, soru sormasına, konuşmasına sebep oluyor. Bu tecessüs bendenizde yazarak öğrenme şeklinde tezahür etti. Ben, birileri öğrensin diye değil, kendim öğreneyim diye yazmaya, daha doğrusu yazarak düşünmeye başladım. Sonra bu özelliğim bir mizaca dönüştü. Üzerine basarak söyleyeyim, ben bir mütefekkir değil bir mütecessisim. Mütefekkir olmak zor. Durmadan yazmamın sebebi, öğrenme ve varlığın hakikatini bilme arzusudur. 

Hz. Mısrî bir yerde “Bu Mısrî denen balçığı her bir ayak basmak gerek” der. Mısrî gibi olabilmek için onların ayak bastıkları yerde evvelâ toprak olmak gerekir. Bendeniz de Yûnus’ta kendimi buldum veya Yûnus’u da kendimde. Bu sebeple Yûnus izinden gidenlerin peşine düştüm, onları anlamaya çalıştım. Ne kadar isabetli bilemiyorum ama, Yûnus’la ilgili yorumlarım biraz da içimdeki Yûnus’un yaşadıklarıdır.

İçimdeki Yûnus, içimizdeki Yûnus! Bizim edebî dilimizin, estetiğimizin, aşkımızın, kâmil insanımızın genetik şifreleri Yûnus Emre’de gizlidir. Onun üslûbu ise asırlar içinde işlene işlene süzülmüş, incelmiş ve kendisini Eşrefoğlu, Niyâzî-i Mısrî, Osman Kemâli olarak göstermiştir. Biz Yûnus’la Niyâzî’yi çözersek, Türkçe’yi çözeriz. Ben bunu söylüyorum. 

Fırtınalı bir hayat yaşayan insanlık tarihinin ender görebileceği büyük Hak âşıklarından biri olan Niyâzî’nin yeni nesiller tarafından tanınması gerektiğini, aydınımızın Yûnus’u ve Niyâzî’yi yeniden keşfetmesi gerektiğini söylüyorum. Bu vesile ile sadır kafından satır kâfına nice sözler uçtu. O sözlerin peşine nice insanlar düştü. Mehmetler düştü. Doğal olarak Niyâzî peşinden giden, onu anlamaya çalışan Mehmet’ler çok. Onlardan birisi de belki de bu fakîrdir. İçimizdeki Yûnus’u, Mısrî’yi bulur anlarız inşallah.

Hayatının otuz senesini Türk Tasavvuf Edebiyatı araştırmalarıyla geçirmiş biri olarak, şunu net olarak söyleyebilirim: Kendini gerçekleştiren, nefsini bilen, eşyayı yorumlayan, Hak idrâkine ulaşan ledün erleri arasında vardıkları kemâl noktası itibariyle hiçbir fark yoktur. Fark sadece, yetişme tarzında, ifade ve üslûptadır. 

Ancak meseleye Yûnus açısından baktığımızda şu da gözardı edilmemelidir: Yûnus sadece bir üslûbun sahibi değil, aynı zamanda kendi üslûbunun kurucusudur. O neyi gerçekleştirmiştir? Mükâşefe yoluyla elde ettiği ledünnî tecrübelerini, anadili Türkçe’yle ve âşıkâne bir edâyla yazdığı manzûmelerde ilk defa o dile getirmiştir. Evde, sokakta, çarşıda, mescid ve medresede konuşulan günlük dili tamamen soyut ve manevî bir alana çekerek edebî ve estetik bir manâ dili geliştirmiştir.

Bizim Yûnus, gaybî ve ilâhî hakikatleri adetâ Türkçe dile getirmek için görevlendirilmiştir. Zira Türkçe onunla bir tefekkür dili haline gelmiş, dilimiz ve dinimizin derinliği onun yazdıklarıyla anlaşılmıştır. Kısacası o, bizim tefekkür, aşk ve manâ dilimiz olmuştur. Öz olarak söylemek gerekirse, Yûnus, İslâm’ın derinliği, Türkçe’nin inceliğidir. Bu özelliklerinin dışında, Yûnus’un İslâm’ı ve İslâm tasavvufunu yaşama ve yorumlamada kendisinden önce ve sonra yaşayan mütefekkir mutasavvıflardan esaslı bir farkı yoktur. O da diğer mutasavvıflar gibi “Kanatlandık kuş olduk uçduk elhamdülillah” diyerek aşk ve irfan kanatlarıyla vücûd birliği bilincine uçan semavîlerdendir.

Evvelâ şu bilinmelidir ki davası olanın manâsı olmaz. Bunlar manâ adamı olduğuna göre bu üç zâtın düşünceleri aynı olacaktır. Yûnus, Hacı Bektaş-ı Velî Hazretlerinin seyr u sülûkta uyguladığı dört kapı kırk makam bilincini şiir diliyle işlemiştir. Mevlânâ Hazretleri de aynen Yûnus gibi, Kur’ân’ı ve hakikat-i Muhammedî’yi esas alarak aşka, irfana ve vahdet sırlarına dair incelikleri Farsça dile getirmiştir. 

Tabii ki Yûnus, çok da köşede kalan biri değildir. Fakat buyurduğunuz gibi Mevlânâ ve Hacı Bektaş-ı Velî’yle mukayese edilince öyle bir kanâat ortaya çıkıyor. Bildiğiniz gibi gerek Hz. Mevlânâ ve gerekse Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî iki büyük ve Hak tarikatın kurucu pîrleridir. Bunlar, asırlar içinde hem mensupları ve hem de muhipleri tarafından okundu, düşünceleri üzerine yazıldı ve yaşatıldı. Bu iki zât, dün dergâhlarında anlaşılmaya çalışılıyordu, bugün çeşitli dernek ve vakıflar tarafından devamlı gündemde tutulmaktadırlar. 

Her iki Azîz pîr bugün sadece mensupları tarafından değil, devletimiz ve hatta Unesco tarafından sahip çıkılmakta, eserleri ve düşünceleri işlenmektedir. 

Yûnus Emre bu iki zâta göre özellikle yabancı memleketlerde daha az işlenmiştir. Bunun sebebi bence Yûnus’un Türkçe yazması, ecnebilerce tanınmamasıdır. Tanınması için evvelâ Dîvânı yabancı dillere aktarılmalıdır. Ancak, onun Türkçesi maalesef Batı veya doğu dillerine tam anlamıyla çevrilebilecek bir Türkçe değildir. Bu şiirlerin mutlaka sembolleri açılarak yabancı dillere çevrilebilecek şekilde sadeleştirilmesi, anlaşılır hale getirilmesi gerekmektedir. Bu noktada yetkililerin ilgisizliğinden şikâyetçi olunabilir. 

Bendeniz birkaç sene önce Kültür Bakanlığındaki bazı arkadaşlara bir ekip kurarak Yûnus Emre’nin şiirlerini bir bütün olarak sadeleştirerek İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça ve Arapça yayınlayalım diye teklifte bulunmuştum. Projemiz sözde kaldı, ilgi görmedi. Bunun yapılması gerekir. 

Yeri gelmişken belirteyim, yakın zamanda kanunu çıkarılan Yûnus Emre Vakfı’na atanan arkadaşlarımızın bu hususları dikkate almaları, Yûnus’un düşüncelerini dünyaya taşımak için gereken ön çalışmaları yapmaları ve yaptırmaları gerekir. 

Bir de tıpkı Mevlânâ’nın Unesco tarafından anıldığı gibi Yûnus için bir teklifte bulunulması yerinde olur. Yûnus son olarak 1991 senesinde mütevazı olarak anılmıştı. Ancak o zamanki imkânlarla şimdiki imkânlar arasında çok fark var. Yûnus Emre düşüncesi dil engeli kaldırılarak evlerden içeri girmeli, gönüllere işlenmelidir. Dünyayı yeniden şekillendirecek olan düşünce sevgiye dayalı bilgiyi esas alan Yûnus düşüncesidir. Yûnus Emre’lerin çoğaltılmasından başka yolumuz yoktur. Şu halde evvelâ kendimizden başlayarak Yûnus Emre’ye sahip çıkmamız gerekir. Devletimiz, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığımız, sivil kuruluşlar, kültür dernekleri, üniversiteler, Avrupa’da yaşayan kardeşlerimiz “Her genç bir Yûnus, her eve bir Yûnus Divânı” diyerek konuya sahip çıkmalıdırlar. 

Sevgiden ve digerkâmlıktan bahsedilen yerde ister istemez felsefî bir kavram olan ve insanı merkeze koyan hümanizm akla gelmektedir. Dilimize Batı’dan geçen hümanizm kavramı, günümüzde ulu orta yerde basitçe ‘insanı sevmek’ anlamında kullanılmaktadır. Bu çerçevede Yûnus ve Mevlânâ gibi muhabbetullah ve marifetullah sahibi kişiler de insansever birer kişi yani birer hümanist olarak tanıtılabilmektedir. 

İlk bakışta tabii ki “yetmiş iki millete bir göz ile bakan”, “sevelim sevilelim” diyen bir kişinin bu felsefenin dışında değerlendirilmesi düşünülemez. Konunun iyi anlaşılması için kavramın çerçevesini çizmek gerekmektedir. Hemen hatırlatayım, hümanizm, hakikatin, bizzat tabiatın kendisinden ibâret olduğunu iddia eder. Bu felsefeye göre, kâinatın özü, enerji (madde)dir. 

Kâinatın tabiatüstü ve sonsuz bir Yaratıcısı yoktur. Tabiatüstü varlıklar gerçek değildir. İnsanlar tabiatüstü ve ölümsüz rûhlara sahip değildirler. 

Ernest Renan bu kavram hakkında ‘Bilimin Geleceği’, adlı eserinde “Yürekten inanıyorum ki, geleceğin dini katıksız bir hümanizm olacaktır” der. Cemil Meriç’in buna cevabı çok serttir. O bir yazısında hümanizm için; “İmanını kaybeden bir çağın dini” şeklinde bir yorumda bulunur. Kısaca belirtmek gerekirse, hümanizm, kilise baskısına karşı tanrıtanımaz bir grup kişinin başkaldırı felsefesidir. Bu düşüncenin temelinde insanın kendisi ve dinî hürriyeti vardır. 

İslâm anlayışının hümanizmaya sığmamasının bir nedeni de buradaki din hürriyeti olarak tanımlanan felsefî yorumdan kaynaklanır. Çünkü İslâm’ın hedefi, kişiyi vahdetten kaynaklanan bir bilinç seviyesine ulaştırmaktır. Yani tevhîd prensibi, gerektiğinde adalet için kılıcı eline almayı da içerir. Yoksa vahdet bilinci hümanistler gibi her yakıp yıkanı, terör eyleminde bulunan katili insan hakları adına savunma âdetiyle kazanılamaz. 

Yine Cemil Meriç, “Maksat insan haysiyetine saygı, insana tabiat içinde istisnaî bir değer vermekse, İslâmiyet tek gerçek hümanizmdir!” diyerek hem bu kavrama, hem de Yûnus Emre ve Mevlânâ düşüncesini hümanizme yamamaya çalışanlara karşı çıkar. 

O, bu duruşunda da baştan sona haklıydı. Zira hümanizmanın doğuşundan asırlar öncesinde İslâm, varlığın birliğini, eşyanın Hakk’ın nûrundan yaratıldığını ve insanların kardeş olduğunu beyan ediyor, İslâm’ın peygamberi tarafından insanlara muhabbet ve merhamet tavsiye ediliyor ve yaşanıyordu. Bu inanç insanlara, hassaten “kuşlar yemsiz yurtsuz kalmasınlar,” diye vakıflar kurdurmuş, farkına varmadan satın aldığı buğdayın içinden heybesine giren karıncayı kilometrelerce yol katederek geri dönüp yuvasına bıraktıracak hassasiyeti kazandırmıştır.

Yûnus’un “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” ifadesinde ortaya koyduğu duruş, “Yaratan’dan ötürü Yaratılanı seven” veya “Hakkı gerçek sevenlere cümle âlem kardeş gelir” şeklindeki düşünce, bir hümanistin değil, gönlü merhametle yapılanan bir İslâm muvahhidinin ulaştığı kemâl noktasıdır.

Mevcûdat bir tek vücudun eseridir

Şimdi sadede gelirsek, Yûnus bir zâviyeden bakınca olabildiğince sevgi dolu, mütevazı ve hoşgörülü bir kişidir. Bu çerçevede, dünyaya, davâ için değil manâ için; kavga için değil, sevgi için geldiğini, dostun evinin gönüller olduğunu ve gönüller yapmak gerektiğini söyler: “Ben gelmedim davî için benim işim sevi için / Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmağa geldim” der.

Sonra, tanımak, tanışmak, sevmek, sevilmek ve işi kolay kılmak gerektiğini; dünyanın geçici olduğunu belirtir: “Gelin tanışık edelim işi kolay tutalım / Sevelim sevilelim dünyâ kimseye kalmaz” der. Yine: “Beri gel barışalım yad isen bilişelim / Atımız eğerlendi eşdik elhamdüli’llâh” diye söyler. Dört mukaddes kitabın, insana, varlığın birliğini öğretmek için gönderildiğini, bunun için de insanın kendisi için ne düşünüyorsa başkası için de aynı şeyi düşünmesi gerektiğini anlatır: “Sen seni ne sanırsan ayruğa da anı san / Dört kitâbın ma’nâsı budur eğer var ise.” 

Dîvânının pek çok şiirinde, demin de dediğim gibi “yetmiş iki millete bir göz ile bakılması” gerektiğini belirtir. Yûnus’un bütün bu “yetmiş iki millete birlik ile bakan” gözlerinin, yüreğindeki sevgi ve hoşgörüsünün temelinde bir tek gerçek vardır: Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbeti ve vahdet idrâki! 

Evet, Yûnus’a göre, mevcûdat bir tek vücûdun, vücûd-ı mutlak olan Allah’ın eseridir. Eserin sahibi, eserinin dışında değildir ki sevilmesin! Mutasavvıfların ‘cem’ bilinci dedikleri hâldir bu. Allah sevgisiyle ulaşılan bu bilinç seviyesinde halk, Hak ile birlikte görülecektir. Nihayet Yûnus, aldığı gönül eğitimi sonucunda gözleri gönül haline gelen bir kişi olmuştur. Bunun içindir ki, Hak söyler, Hak işitir, Hak görür. Nitekim onun tarif ettiği Hak ve hakikat, esasen Kur’ân’ın tarif ettiği Hak ve hakikatten ibârettir. 

Cenâb-ı Hak semâyı, arzı ve ikisi arasındakileri nûruyla kuşatmıştır. “Ol dost yüzin görmez isem bu gözlerim nemdir benim” diyen Yûnus, bir gönül terbiyesinden geçtiği ve gönül gözünden baktığı için hiç tereddütsüz bütün varlığın ilâhî nûr ile kuşatıldığını ve Hak olduğunu söyler: “Hak cihâna doludur kimsene Hakk’ı bilmez / Anı sen senden iste o senden ayrı olmaz.” 

Varlık, Hak ve hakikatten ibâret olduğuna göre Hakk’ı gerçek bilenlere ve sevenlere anlattırmak gerekir. Bütün varlık Hak’tan zuhûr etmiştir. Onu gerçek sevenler, cümle âlemi kardeş bilmişlerdir: “Erenler buna kalmadı vardı yoluna durmadı / Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelir.”

Netice itibariyle hümanizmin çıkış noktasını dikkate alalım, bir de Yûnus’un veya Mevlânâ’nın insan veya varlık sevgisini düşünelim. Bu zâtların eserlerindeki sevgi ve kardeşlik söylemlerinden hareketle kimileri tarafından ısrarla bir Türk veya İslâm hümanisti olarak tanıtılması ne kadar doğrudur, siz karar verin! 

Öyleyse Yûnus’un insancıl düşünceleri, kardeşlik ve barış söylemleri bir anlayışın ürünü müdür? Bu ilmî bir realite midir? Hümanizma İslâm tasavvufunu yaşayan bir gönül adamının ulaştığı bir sonuç mudur? Yûnus’un sevgisi hümanist felsefeyle örtüşür mü ve mutlaka sevgi ve hoşgörü anlayışını dile getirirken ‘hümanizm’ kavramını kullanmak gerekir mi? Yûnus, Cenâb-ı Hak sevgisinden ötürü bir insan severdir ama, hakikaten bir hümanist midir? Bütün bunların ciddi olarak incelenip cevaplandırılması gerekir. Bendeniz ‘Aşk Bir Güneşe Benzer’ adlı kitabımın girişinde bu mevzuda söyleyebileceklerimi söyledim. 

Osmanlı aydını Yûnus’un halk dilini benimsememiştir

Dünyada ve Türkiye’de Mevlânâ’nın Yûnus’tan daha çok bilinmesinin sebebi nedir? Ki Mevlânâ şiirlerini Farsça yazarken Yûnus Türkçe yazmıştır.

Yûnus’un bugünkü Türkiye’de Mevlânâ’dan daha az tanındığını söylemek kanâatimce yanlış olur. Fakat tarihî kaynaklara baktığımızda bu tespit doğrudur. Yûnus geçmişte daha çok tekke mensupları tarafından tanındığı halde Hz. Mevlânâ dergâhların dışında da tanınıyordu. Bunun sebebi, medrese zihniyetinin benimsediği dil ve düşünce yapısıdır. Medreselilerin konuştuğu Türkçe’nin yanında Farsça’nın anadili kadar benimsendiği bir ortamda bundan tabii bir şey olamazdı. 

Osmanlı aydını maalesef Yûnus’un kullandığı halk dilini benimsememiştir. Yûnus’un 20’inci asır başlarında yeniden ele alınması ve bugünkü noktaya gelinmesi, gerçekte yeniden bir keşiftir. Diğer taraftan Yûnus’un Batı’da da Mevlânâ’dan daha az tanındığı doğrudur. Bunun birinci sebebi, Batılı araştırmacıların Farsça sûfî kaynaklarla, tabiatıyla Mevlânâ ile daha önce tanışmasıdır. Yûnus münferit birkaç araştırma dışında Batılılar tarafından, bugün bile incelenmiştir denilemez. Daha Dîvânının bir bütün olarak İngilizce’ye ve diğer dillere çevirisi bile yapılmamıştır. Yani Yûnus henüz Batılılar tarafından tanınmamıştır. Yabancı dillerde yayınlanmış, içinde 20-30 şiir çevirisi bulunan, başında da isabetsiz kanâatler sergilenen birkaç eserin kıymet-i harbiyyesi de yoktur. 

Bunun bir sebebi başta Kültür Bakanlığımız olmak üzere, kültürümüzle ilgililenen kişi ve kurumlar ise de, ikinci sebebi Yûnus’un dilinin yabancı dillere çevriminin zorluğudur. Herkes Yûnus’un sade ve kolay anlaşılır bir dille yazdığını zannetse de bu doğru değildir. Buradaki sadeliği ‘basitlik’ anlamında alıyoruz ki, Yûnus asla basit değildir. Hilmi Yavuz Bey bir yazısında “Yûnus, bir gizli hazinedir, bilinmeyi bekliyor” diyordu. Aynen öyledir. Biz Yûnus’un şiirlerini kendi insanımızın ve Batılılar’ın anlayacağı hale getirmezsek, Yûnus bizim için yine bir bilmece olarak kalacaktır. Onun bilinmesi için kültür politikamızın değişmesi, Yûnus’a daha fazla kıymet verilmesi ve dilinin çözülmesi gerekir. 

Her eve bir Yûnus Dîvânı girmeden, her gencimize en azından Yûnus Emre’den bir şiir ezberletmeden Yûnus’u tanıttığımız söylenemez. Bakınız İran bunu başarmıştır. Hâfız dediğiniz zaman bir genç hemen size birkaç beyit okuyabilmektedir. Maalesef değerlerimizi bilmiyoruz. Neler yapılabilir, konusu tabii ki uzun bir konudur. Fakat kısaca söylemek gerekirse yaş gruplarına göre Yûnus Emre ile ilgili birkaç eser hazırlanabilir. Bugün piyasada bulunan 100 temel eser adıyla yayınlanan uydurma eserler söylediğim eserlerin yerini tutamaz. Hangi yaş grubuna hitap ediyorsa o seviyede açıklayıcı, bilgilendirici özellikler taşıyan sevimli kitaplar olmalı bunlar. Seviye yükseldikçe derinleşen eserler olmalı.

Tabii günümüzde gençler fazla okumuyor ve dolayısıyla da tanımıyorlar. Şu halde klâsiklerimiz televizyon ve diğer görsel yayın organlarıyla da tanıtılmalı. Devlet televizyonunun bir kanalı sürekli bu mevzuları işlemeli, açık oturumlar, konferanslar, paneller yayınlanmalı, Mevlânâ okumaları, Yûnus okumaları yapılmalı. Tabii özel televizyonlar da yapmalı bunları. Dünün ‘Darü’l-Mesnevî’leri yerine bugün bir televizyon kanalı bunun yerine ikâme edilemez mi?

Sonra Yûnus’un tanıtımı için bir heyet kurulup Dîvânı mutlaka yabancı dillere çevrilmelidir. Ben bunu dört-beş sene önce Kültür Bakanlığı’ndaki yetkili arkadaşlara teklif etmiştim. Kabul görmedi. 

 

 

   

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir