Yüreğimizin dili, başımızdaki sevda yelidir Türküler…

Dağların, ovaların, kırların, bayırların, çalı aralarında bitiveren yaban çiçeklerinin üzerinden kanatlanarak sırtında kepeneği bakışlarını sonsuz bir boşluğa doğru uzatan çobanın iki dudağı arasından yorgun bir ezgi gibi dökülür türküler…   Beş bin yıldır dillerde, kavallarda, bağlamanın hüzünlü tellerinde bir nefes gibi gönüllerde akan memleketimin öz kardeşidir Türküler…   Türküler, yüreğimizin nazlı dili, aşıkların yüreğindeki sevda […]

A+
A-

Dağların, ovaların, kırların, bayırların, çalı aralarında bitiveren yaban çiçeklerinin üzerinden kanatlanarak sırtında kepeneği bakışlarını sonsuz bir boşluğa doğru uzatan çobanın iki dudağı arasından yorgun bir ezgi gibi dökülür türküler…

 

Beş bin yıldır dillerde, kavallarda, bağlamanın hüzünlü tellerinde bir nefes gibi gönüllerde akan memleketimin öz kardeşidir Türküler…

 

Türküler, yüreğimizin nazlı dili, aşıkların yüreğindeki sevda dili…Anadır Türküler, kardeştir, yiğittir, merttir…Sevdasını gurbete göndermiş hasrettir, candır canandır, ilmek ilmek, damar damar Anadoludur…

 

Kâh evlerin bacalarından kalbe doğru süzülür, kâh gam yüklü dudakların mührünü açar, kâh eski bir kitabın sararan yaprakları gibi insanı hatıralarına kavuşturur…

 

Eşya değişir, mekan değişir, düşünceler değişir, duygular değişir; insan değişir insan lakin türküler hiçbir zaman değişmez. Türkülerin ardında Karacoğlan’ın sazı, yüreğinin özü vardır zira:

 

Üç beş kişi kalmış türkü diyenler

Al üstüne yeşil donu giyenler

Şu kara çadırda geçiyor günler

Onun için bozgun öter telimiz

 

KARACOĞLAN der ki yazsam bir satır

Kadir Mevla ‘m işimizi sen yetir

Kısmet nerde ise çeker iletir

Kimse bilmez nerde kalır ölümüz

 

Yaşama sevincinden tutunda ölüm acısına kadar, vefayı, vefasızlığı, hasreti, sevgiyi, inancı, direnci, aşk… En mukaddes duygular, Karacoğlan’dan, Köroğlu’na, Dadaloğlu’ndan Sümmani’ye, Aşık Veysel’den Neşet Ertaş’a kadar Anadolu toprağının fidanları olan nice aşıklarının yüreğinin şelalerinden akarak sazının tellerinde demlenir…

 

Bayramlarda, düğünlerde, sıkılınca dar günlerde iğne oyası gibi yüreğimize gergef gergef işleriz Türküleri..

 

Ana sütü saf, yiğit kanı gibi sıcak gönül yarasına keskin bir bıçak, karanlık ve kuytu köşelerde açan bir çiçek; buram buram insan, buram toprak kokar türküler…

 

Matemli günlerimizde gözümüzden inci inci damlayan yaş, gelip geçen yılların acıklı bir bestesi,  sevdalı günlerin müjdecisidir Türküler…

 

Gönül gurbet ele varma

Gönül gurbet ele varma

Ya gelinir ya gelinmez

Her güzele meyil verme

Ya sevilir ya sevilmez

Gel ey, gel ey, hey

 

Taze gün ışığı gibi serçelerin kanatlarına vurur, bozkırın çorak topraklarında tahtaya çakılan çiviler gibi dimdik duran delikanlıların, ela gözleri tomurcukları patlayan bir dal gibi gülümseyen genç kızların, bağrı yanık anaların, nasırlı elleriyle babaların ayıp bir söz gibi dudaklarından dökülerek usulca koynuna yaslanır Türküler…

 

Güle coşa oynayan çocukların minnacık kalplerinde sola dirile büyüyen umut, sabır içinde, hasret içinde, yürekteki ağrı içinde bir çalı dikeni gibi büyür Türküler…

 

Gözlerini yedi yaşında kaybeden Aşık Veysel’in  ‘güzel yüzün’ diye bahsettiği imgeye merak ve hayranlık besleten asırlık sihirlerdir Türküler.

 

Neşet Ertaş değil mi ki,  ‘üzdün’ diyemediği için ‘yazımı kışa çevirdin’ diye sitem eden…

 

İyilikseverliği ve yiğitliğiyle Köroğlu’nun zalim Bolu Beyi’ne karşı verdiği destansı mücadeleyi, maskelerin, gülücüklerin, gözyaşlarının, kabuk bağlamış yaraların, inceliklerin, küskünlüklerin ardından sürükleye sürükleye günümüze getiren de Türküler değil miydi?

 

Benden selâm eylen Bolu beyine

Çıkıp şu dağları yaslanmalıdır

Ok gıcırtısından gürzün sesinden

Dağlar seda verip seslenmelidir

 

Her türkü bir bakıma, insanın yüreğinde biriktirdiği isyanı değil mi? Orta Asya’dan Avrupa’ya ucu bucağı olmayan sessizliklerde gürül gürül çağlayan Türk’ün tarihini gönül sayfalarına nakşeden de yine Türküler değil mi? Sazın tellerine vurdukça şikayet dilekçelerini mısra mısra savurmaz mı ozanlarımız asırlar ötesine…

 

Yaşamımızı billurlaştıran güneşin, her sabah penceremizi açtığımızda burcu burcu koklayarak içimize çektiğimiz mis gibi havanın, cenneti andırırcasına zümrüt zümrüt akan güzel yurdumun ırmaklarının, şelalerinin, dalgalarının, ayaklarını serinleten denizlerinin o eşsiz armonisinin Türkülere karışışını gördükçe nefes alışverişimize şükretmiyor muyuz?

 

Sırtımızı dayadığımız bütün duvarlar yıkılsa, tutunduğumuz bütün dallar kırılsa da alıp sazı elimize türkülere yaslanmıyor muyuz?

 

Sözün özü kardeşim;

 

Nereye giderseniz gidin, hangi kapıyı çalarsanız çalın, hangi yüreğin limanına yanaşırsanız yanaşın her türkü; karanlığın dalkavukluğunu yapanlara karşı iyiliğin,  doğruluğun,  adaletin,  sevginin,  şefkatin, hoşgörünün, merhametin propagandasını yaparken insanlığın buz kesmiş kalbini ısıtmanın mukaddes çabasıdır.

 

Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun dediği gibi;

 

Şairim,

Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası,

Ayak seslerinden tanırım,

Ne zaman bir köy türküsü duysam,

Şairliğimden utanırım.

Şairim,

Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum,

Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim,

Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm…

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir